Herkesin Bir Mucizesi Var, Benimki de O!

Yıllar var, okuyup satır aralarında geçen sokakları, yalıları keşfetmek için heyecanlandığım bir İstanbul romanıydı KUMRAL ADA & MAVİ TUNA

Mavi gözlü,sevimli Tuna’nın bir mucizesi var dı, o da kumral saçlarıyla Kuzguncuk‘taki yalılarında kumral saçlarını savuran Ada…

Ada, bir merak konusuydu Tuna’da, bir gülüşü diğerlerinden ayıran tam olarak neydı?

Çocuklukları boyunca Kuzguncuk’ta birlikte resmetmiş üç İstanbul aşğıydı Tuna ve Ada ve hatta Aras… Ya da İstanbul, Kuzguncuk’un akşam üzerlerinde birbirlerine masumca ve şefkatle bakmalarıydı…

Aynı mahallede, farklı sosyokültürel hayatı yaşayan, iç savaşla sarsılmış bir aşktı onlarınki… Ve tabi ki İstanbul’da geçen… Beklenmedik bir ölümle daha da imkansızlaşan…

Okuyun, okutturun, sonra tekrar gözden geçirin içinde bulunduğunuz savaşlı aşkları… Ya da kendi aranızda çıkarttığınız iç savaşları. Nelerle imkansızlaştığını…

Image

ADA’YA İSMİNİ VEREN ŞİİR…
kumral adabilmez kimse söylemem
pek mahremdir aslında
kaçışım her kendimden
bir dönüştür
buzlu aydınlığıma
köpekler ulur, itler pusuda
sisli sokaklarda kalleş cığlıklar
hem yalnızım hem korkuyorum,lakin erkeklik var
serde susuyorum
susuyorum ada
sen orada
bildiğini biliyorum adabela tohumlarını taşır elma
kendi çekirdeğinde
bundan önce ve bundan böyle
ne yapsa, ne etse
insanın
en büyük düşmanı

sessizce
kendi derisinin içinde
susuyorum ada
sen orada
soruyorsun
ve nerede nerede nerede?

İstanbul Dişi Bir Kent; Aldatan ve Cömert

Kim istemez ki bir zaman makinesinde İstanbul’u dolasmayi.
Dünyanın en ilgi çekici turu olurdu eminim. Kent mucize ve sürprizlerle dolu. Pek çok semt açık hava müzesi gibi.

20120703-195329.jpg

Ama sanki kentin ruhunun kaybolusuna dogru geri sayimdayiz.
İstanbul disi bir kent; aldatan ve cömert…
O kadar disi ki adami katil eder… Aslinda İstanbul değil, insanlarin iliskileri ve toplum katil eder insani. Para ve guc cok onemli bu sehirde… Bu noktada korkunc bir varolma savasi yasaniyor. Bu savasta ne yazik ki sık sık cinayetler işleniyor.

Acliktan sokaklarda yatanlar, kimsesiz cocuklar, tinerciler, yoksul insanlar var. Ama ayni zamanda cok guzel. Boğaz bir cennet, adalar, yalilar, sehrin silueti muhtesem… Boğaz’dan bir bak İstanbul’a, hala Sinan’in siluetini koruyor. Her sey var bu sehirde. Cinayet mahali, psikopatlik, guzellik, tarih, akliniza gelebilecek her türlü dekora kaynaklik edebilir. Ne giyse yakisabilir bu kadina…

Kadina şiddet kadar aşikar İstanbul’a uygulanan şiddet. Ne dernekler, ne bakanlik ne de reklamcilar sahip cikmiyor, imza toplamiyor bu şiddete karşılık. Roma dönemini gectik, Mimar Sinan’ın yaptığı çeşmeler çöplük olarak kullaniliyor. Talan edildi şehir, kimsenin umrunda değil… “Avrupa Kültür Başkenti” deniyor, yalan! Yakinda UNESCO Kültür Mirası’ndan çikaracaklar. Bu durumdan resmi olarak “kültür” sıfatını tasiyanlar utansin artik.

Ahmet Ümit’in deyimiyle “İstanbulluluk Bilinci” olusturmak lazim önce, bu sehirden hava alan herkes katılmalı bu bilince, ucundan köşesinden. Hatta yollarda yürüyüp imzalar toplamali işe yaramayacagini bile bile. Vicdaninin sesini dindirip, İstanbul’un yankisini dinlemeli en azindan… İstanbul’un hala tasinin topraginin altin oldugunu unutmak, bu sehrin tasinin topraginin kültür oldugunu hatirlamak lazim artik.

İstanbul Kafası

Bugunderle herkesin her seyin bir kafasi var. Bu da İstanbul Kafasi 🙂
Hepimizin bir derdi var. İs var , ask var, saglik var, hepimizin listelere sigmayan bir dünya derdi…
Evin olsun, araban olsun, şurada görün, bunun peşinden git, bilmem hangi ödülü kazan, ne kadar daha calissan evinin kirasini ödeyecek kadar para kazanirsin, eğitim sistemi seni ne kadar etkiliyor, ne olacak bu memleketin hali…
Bazen yasadigimizi unutuyoruz. Hatta en cok İstanbul’da yasayanlar unutuyor ne kadar şansli olduklarini…
Bastirilmis ve yapmak zorunda birakilmis hayatlardan fazlasi aslinda İstanbul, farkina varabilene…
Bizler ne mimariz, ne tarihci, ne sosyolog… Ama bu sehri kesfetmek icin soluyabiliyor olmak bile yetiyor cogu zaman….
Levent Erden ile İstanbul Kafasi sali geceleri 22:15 de NTV Yeşil Ekran’da…
Sakin kacirmayin… Cok eglenceli…
Ben de programdan ogrendiklerimi de paylasacagim burada, bakalim neler öğreneceğiz bu şehirle ilgili onu yaşamaktan başka 🙂
İyi seyirler…

izle

20120703-180153.jpg

Keyifli Pazarlar

20120527-154731.jpg

İçini açacak, tasarımıyla enerji verecek bir cafe’den sesleniyorum bu Pazar:)
Burayi cok seveceksin, gercekten 🙂 bir ara mutlaka denemelisin…

Renkleri insanı kendine getiriyor, keyifli, calışanları güler yüzlü, minnak kedileri, süper bir kütüphanesi var, rahat koltukları, değişik aksesuarları, dinlendiren bir müzik seçimi…

Minik bir bahçesi ve iddiali olmayan bir kahvaltisi ile Moda’da ilk tercihim, kendine has güzel bir yer Bast Cafe-Kitap.

Kahvaltısı için yukarıdaki kadar iddiali laflar edemeyebilirim… Açık büfe tacirlerine pek uygun değil. Gayet evde de hazırlayabileceğiniz serpme bir kahvaltısı var. Hatta bir sosisi var, o bildiğin kötü 🙂 ama ruhunu doyuruyor insanın…

Hikayesini anlatmayi isterdim, ama sormaya çekiniyorum… Geçtiğimiz yıldan beri her gelişimde yeni bir hikaye uyduruyorum, böylesi sanirim daha keyifli 🙂

20120527-155326.jpg

20120527-155352.jpg

20120527-155413.jpg

20120527-155428.jpg

20120527-155443.jpg

20120527-155501.jpg

Kahvaltısını dayanamadim, açlıktan fotoğraflayamadan yedim 🙂
Fiyatlar uygun : serpme kahvaltı 17 TL
Menemen: 9 TL

Keyifli pazarlar…

işte buradan bahsediyorum 🙂

Bu Bir Tercihse Tercihimi Değiştiriyorum!

Evet bulabildigim en yaratici bahane bu sanirim…
Bu bir tercih ve ben kesin cevap kagidini kaydirdim !
Yoğun bir hafta, kalabalik icinde kaybolarak yalnizlaşma sonrasi Pazar günlerimi kendime ayirma düsüncesini içselleştirme şeklini benimseyerek yasiyorum bugünü ( ne anlamsiz bir cümle oldu ama silmeyecegim, cok ugrastim sonunu getirmeye calisirken)

Pazarlari tüm ailenin masada oldugu sevgi zengini kahvaltilarla büyüdüm ben… Büyüdükce bir bir kaldirildi masadan tabaklar, silindi, yikandi bulaşıklar ve bir basina kaldi pazar kahvaltim masada…

Simdilerde haftanin yorgunlugunu atmak bahanesiyle tek basina kalmayi tercih ettigim kaçislar diyorum pazar kahvaltilarina… Gazeteleri toplayıp, fırsat buldukça atiyorum kendimi 2 kişilik bir masaya, tek başima…

Siparişimi verip sessizce basliyorum kendimin keyfine… Kendim, keyfim ve kahyası bile fazla geliyor masaya hep biri eksik sanki. Kendimi tercihlerimle kandırmamın sonuna geldim… Bu Pazar bu sehir yalnızlıgımı yüzüme vuruyor sanki, bir tuhaf hissediyorum.

Sevgi arsızı pazarlar düşlüyorum… Tabaklarin çoğaldiği, ekmek sepetlerinin masaya sıgmadıgı için yan tarafa bırakıldığı, son dilim peynire dokunulmadıgı, menemene karşılıklı banan iki lokma hatta…

Tercihlerimi değiştirip bu şehirde en azindan Pazar günlerini cift kişilik yasamak istiyorum… Yalnızca İstanbul’un degil, İstanbul’da yankilanan aksimi de duymak istiyorum!

İstanbul’da Yaşam Yankısı

Tamamen tesadüf eseri karşılaştığım şahane bir İstanbul filmini paylaşmak istedim bugün. Yönetmen Serdaç Yüksel’in İstanbul’un olası manzaralarını bir araya getirdiği bir kısa film bu. Müziğin ahnegine kendinizi kaptırmışken İstanbul’un köşe başlarında, Galata’da, Beşiktaş’ta İstanbul figürlerini harmanlanmış yaşayanlarıyla…

Çok sevdim, siz de sevin…

Bunun gibi birbirinden güzel kısa filimler için:  www.sertacyuksel.com

Nereden Çıktı Bu Bizans?

20120503-214916.jpg

Bir kaç gündür Neşe Mesutoğlu’nun İstanbul – Hayalden gerçeğe / sözden yazıya-adlı kitabını okuyorum. Kitabı en kısa zamanda uzun uzun anlatacağım.

Kitabın bir kısmı, Sanat Tarihi Uzmanı Prof.Dr. Semavi Eyice’ye ayrılmış. Bu kadar ilim sahibi bir İstanbul sevdalısınla karşılaşınca da bu sehrin aslını astarını sormadan olmaz. Bakın ‘Bizans’ nereden çıkmış…

395 yılında I. Theodosius Roma İmparatorluğu’nu ikiye ayrılıyor. Bir oğluna Doğu’yu, bir oğluna Batı’yı veriyor. (bu nasıl bir mirassa artık) Batı fazla yaşamıyor, akınlarda eriyor yok oluyor. Doğu Roma İmparatorluğu ise başlı başına bir tarihe tanıklık ediyor, Ortaçağ’ı başlatıyor. Batı çoktanrıli dinlere inanırsan, Doğu Hristiyanlığı kabul ediyor. Baba mirası bu iki ülke birbirinden dil-din derken birbirinden tamamen farklılaşıyor.

Modern tarih bilimi, 19. yy sonlarında Doğu Roma İmparatorlugu’na Bizans adını verdi. Bizans adını verdi ama asli öyle değil. Batı alemi Byzantium adından Bizans kelimesini türetmiş. Halbuki bizim Bizanslı dediğimiz insanlar kendilerini hep Romalı olarak tanıtmışlar.

1880 yılında bir sanat tarihçisi “Bizans Sanatı” adında bir kitap çıkarınca bu isim böylece kabul edilmiş. Yine de imparatorluk 1453’e kadar kendisini hep Roma İmparatorluğu olarak tanımlamış. Aslında imparatorlukta hiç bir zaman Bizans diye bir oluşum olmamış, resmi kaynaklarda yer almamış.

Bir sanat tarihçisinin yazdığı tek bir kelime ile biz yüzyıllarca başka bir isimle andık imparatorluğu.

Bu kitap tam bir hazine, zaman zaman paylaşacağım öğrendiklerimi. Semavi Eyice mi? O yaşayan bir İstanbul kılavuzu…

Katip Benim, Ben Katibin…

İstanbul’a özgü binlerce anonim türküden yalnızca biri Katibim…

Türkünün çıkış hikayesi o kadar enteresan ki yazmadan geçemedim…

Her ne kadar bize Göksu nehrinde şemsiyeli İstanbul sultanlarının fiyakalı katiplere göz süzüşleriyle işlenmiş olsa da, Katibim aslında “Donduz Askerler” e bir gönderme. Nasıl mı?

Abdülmecid zamanında İstanbul’a gelen müttefiklerin İngiliz kolunda yer alan İskoç askerleri, etekleriyle İstanbul’a indiklerinde kıyamet kopar, Osmanlı ilk defa etek giymiş askerlerle karşılaşır. İşte bu İskoçlar halk arasında ‘donsuz asker’ olarak nam salar. Bu donsuz İskoç birliği için yola çıkılmadan önce İskoçyalı bir bestekarın bestelediği marş da bugünkü Katibim türküsüne izlerini bırakır.

Selimiye Kışlası’nda ikamet eden bu donsuz askerlerin üzerine bir de Padişah, askerlere setre ve pantolonu zorunlu kılınca işte işin rengi tam da burada değişir. Sivil memura bir zorunluluk getirilmese de artık tüm askeri memurlar uzun setre ve pantolon giymeye mecbur bırakılmıştır. Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur…

Halkın diline dolanan bu maskaralık, İstanbul külhanbeylerini harekete geçirir, dönemin Çarşı grubu kadar yaratıcı külhaniler, iç donuyla caddeleri arşınlayan bu alışagelmemiş memurlar için etekli İskoçların marşına yeni sözler yazarlar… Katibimin setresi uzun, eteği çamur…

18. yy’da konsol üstü çalgılı saatlerin moda olmasıyla türkü yayılır… Bu saatleri Türkiye’ye İskoç’lar ithal ederler. Onların savaş marşının ezgilerinin üzerine Türklerin yazdığı sözler kazınır algılara. İstanbul’da “katibim nağmeli saat”lerden almayan kalmaz.

Üsküdar’da yağmur yağarken, pantolonun paçalarına çamur buluşan kibar memurlar dolaşır, zamanın tıkırtısı İstanbul Radyosu’nda çalan “Katibim Türküsüne” karışır…

İstanbul’un hanımları, bu iç donuyla gezen katiplere gönüllerini kaptırır ve kadınca isyanlardadır… Katip benim, ben katibin… El ne karışır 🙂

Üsküdar’a Gider İken…

Üsküdar, Antik dönemde Hrisopolis (Altın Şehir) olarak bilinen, taşı toprağı altın İstanbul’un en bilinen yerleşimlerden biri…  Kaynaklara göre bu Altın diyarı, MÖ409 yılında Alkibiades önderliğindeki Atinalılarca kurulmuş. Hrisopolis (Üsküdar), Bizans’tan Asya’ya uzanan büyük Roma yollarının askeri ve ticari seferlerin başlangıç noktasıymış.

Üsküdar, yüzyıllardır korunmaya muhtaç, yüzyıllardır zenparelik…

Konumu nedeniyle savunmaya çok müsait olmayan bu güzeller güzeli Hrisipolis, Konstantinopolis surlar içinde güvenle yaşarken, işkalciler tarafından yakılmış yıkılmış…İşte tam da bu nedenle Bizans döneminden hiç bir kalıntıya rastlamak mümkün değil.

12.yy’da Leandros Kulesi ( Kız Kulesi ) karşısındaki Skutarion imparatorluk sarayından esinlenilerek semt Skutari diye isimlendirildi. Başka bir kaynağa göre ise semtin adını Bizans askeri üssü Skuterion’dan aldığı söyleniyor. Konstantinopolis düşmeden yüz yıl öncesinde (14. yy) Üsküdar, Türklerin eline geçti. O zamana kadar Bizanslıların Skutari dediği semtin adı, Türkler tarafından Üsküdar olarak değiştirildi.

İstanbul’un fethi denilince şuan yaşadığımız sınırların topyekün fethedildiği gelir akla, fakat öyle değil. Türk orduları Malazgirt Savaşı’ndan iki yıl sonra yani 1073 yılında Boğaz’ın Anadolu yakasına ayak basıp, burayı askeri bir merkez olarak kullandılar. Osmanlı İmparatorluğunun 2. padişahı Orhan Gazi tarafından fethedilmiş.

İstanbul’un fethinden sonra şehre dahil edilen semt Boğaz’ın her iki yakasında süzülen kayıkları ile Üsküdar’a popülerlik katar. Osmanlı döneminde özellikle Valide Sultanlar tarafından şehrin hengamesinden kaçıp huzurlu nefes almak için yapılan saraylarla dönemin meşhur yerlerinden biri olmuş.

İmparatorluğun ilk dönemlerinde muhteşem imparatorluk evlerinden biri olan Kavak Sarayı da işte tam bu huzur anlarından biri. Dönemin sanatkarlarından M. Melling,  3.Selim döneminde yaptığı bu mimariye Bosphore adlı kitabında yer vermiş. Kaynağa göre, saray şimdiki Selimiye Kışlası’nın arkasındaki sırtlarda yer alıyormuş.  Kavak Sarayı’nın harem dairesine gidecekler için bir iskele bile yapılmış. İşte o iskele ve çevresi bugün Harem diye anılıyor… Hasni şu sevdiklerimiz tarafından yolculandığımız ya da sevdiklerimize ulaşmak üzere yola çıktığımız…  Kavak Sarayı’nın harem dairesine ulaşmak isteyen meraklılarına duyrulur malesef sarayın yerinde yeller esiyor…

Huzuru arayanları tüm kıyılarıyla sarıp sarmalayan, dingin, vapurdan selamlayan martılara yüzyıllardır ev sahipliği yapan şehir… Bir bardak çayla seyrine hayran kaldığımız Kız Kulesi hakkında hikayelerle dinlendiğimiz, havası, suyu, taşı toprağı Altın Şehir, Üsküdar…

 

Film Festivali Seçkilerim

31. İstanbul Fİlm Festivali kapsamında birbirinden güzel filmler var demiştim

İşte benim düşler alemimi zenginleştiren, biriktirdiğim hikayerime yenilerini ekleteceğini düşündüğüm ve izlemeden geçemeyeceğim festival filmleri :

1+8

Türkiye ve sekiz komşusu hakkında keyifli bir belgesele benziyor.  Sekiz bölümde Türkiye’nin sekiz sınırına seyahat edilen, birbirinden çok farklı topraklar ve insanlar tanıtan, hem Türkiye’de hem de sınırın öte yanında, Yunanistan, Bulgaristan, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, İran, Irak ve Suriye’deki bu beyaz perde yolculuğu ufuk açıcı olacağı benziyor.

80 MEKTUP

Üzüntü, sevgi ve dinginlik hakkındaki film, yetişkin olmadan yetişkinliği tadan bir gencin anılarını konu alıyor. Enterersan bir bakış açısı ile farkındalığını arttırmak isteyenlere.

Aşk Perisi:

Bir insan ile bir perinin aşkını konu alan film, mümkün olmayan bir aşkın imkânsız işleyişine bir örnek daha oluyor. Klişe ama keyifli bir filme benziyor.

BİR DEVRİMDEN PARÇALAR

Başkanlık seçimlerindeki “büyük sahtekârlığı” protesto eden yüz binlerce İranlı, 2009 yılında sokaklara döküldü. Şiddetli çatışmalara, amatör videolar ve fotoğraflar aracılığıyla bütün dünya tanık oldu. Yurtdışında yaşayan İranlı sürgünler, bir yıl boyunca bu “Yeşil Devrim”i internet aracılığıyla izledi  uzaktan kendi hikâyelerini oluşturdu. işte bu film bu hikâyelerden birini anlatıyor.Benim gibi siyasi olayların şekillendirdiği hayatlara ilgi duyanlara…

CELAL TAN VE AİLESİNİN AŞIRI ACIKLI HİKAYESİ:

Filmi galasında izleme imkanı bulmuş ve hakkında bir başka blogumda bir yazı yazmıştım. Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi mutlaka izlenmesi gereken senaryoda bambaşka bir örneklemdir. Başta Onur Ünlü olak üzere tüm film ekibinin içinde bulunduğu sıradışı bir başyapıt.

Ölmek üzere birinden, suçu üstlenmesi istenirken de, hayatta sadece kardeşi olan bir adam görmez gözleriyle cinayeti çözerken de, akşam yemeğinde maaile sofraya tünerken de, yaşlı anne balkondan atlarken de, sadece adı tutuyor diye gözünü kırpmadan hamile bir kadın sevgilisini bıçaklarken de ölümü ne kadar görmezden geldiğimizle yüzleştik bir çok şeyi hesaba katarak…

FAHİŞELERE GÜZELLEME

Üç ülke, üç dil, üç din… Bu en mahrem eylem, karşılığında daima para alınan bir meta haline gelmiştir; Tayland’da kadınlar camların ardında durup kendi yansımalarına bakarak müşteri bekler. Bangladeş’te erkekler, arzularını kiralık kızlarla doyuma kavuşturmak için bir aşk mahallesine gider. Meksika’da ise kadınlar, kendi gerçeklikleriyle yüzleşmemek için, kadın gibi ölebilsinler diye dua eder.

İŞTE BÖYLE

HES musibeti Erzurum Bağbaşı’nı da vurdu. Senelerdir süren hukuki ve fiziki mücadele, müteahhit firmanın baskısıyla yöre halkının aleyhinde seyrediyor. Köylülere verilen akla ziyan cezalardan biri, şubat ayında duruşması görülen 17 yaşındaki Leyla Yalçınkaya’nın tüm köyle konuşmaktan men edilmesi. İlk kez devlet şiddetine maruz kalan köylüler susuzluğa ve suskunluğa mahkûm edilse de gündelik hayat devam ediyor elbet.

KADINLAR

Fahişelik yapan üniversite öğrencileri hakkında ELLE dergisi için bir makale yazmakta olan araştırmacı gazeteci Anne, Parisli, iki çocuk sahibi bir kadındır. Fahişelik yapan başına buyruk genç Alicja ve Charlotte ile yazısı için yürüttüğü huzursuz edici, derin görüşmeler Anne’ın para, aile ve cinsellik hakkındaki en temel inançlarını sorgulamasına yol açar.İzlediğim ve önerdiğim bir film.

Lal Gece

Son günlerde gündeme gelen ve gündemden hiç düşmemesi gereken, en yaygın sorunlarımızdan biri olan çocuk gelinleri merkeze alan çarpıcı bir film. Anadolu’da zengin bir köy düğünü ile başlar hikâye. İzleyici gerdek odasına düğünle giren bu iki kişiyle beraber sabahı eder… İzlenerek desteklenmesi gereken bir konuya dikkat çeken film, ilgi çekecek…

 ROMANİSTANBUL

Şehirde müziği dinlemek ya da müzikte şehri izlemek… İstanbul söz konusu olduğunda birbirinden ayrılamayacak bu ikilinin hikâyesine “içeriden” bir bakış olarak görülebilir Romanistanbul. 2000’lerle birlikte gözle görülür biçimde zenginleşen ve kendine has tarzıyla yurtdışında da aranır hale gelen İstanbul’un müzikal potansiyelini bu potansiyelin ağırlık merkezi Romanlar özelinde ele alarak aslında çok tanıdık bir hikâyeyi birinci ağızdan ve kendi diliyle anlatmayı amaçlar.

Denk geldiklerimin biletlerini alıp, bu festival en azından bir kaç tanesini yakalayabilmek dileğiyle…