İstanbul Dişi Bir Kent; Aldatan ve Cömert

Kim istemez ki bir zaman makinesinde İstanbul’u dolasmayi.
Dünyanın en ilgi çekici turu olurdu eminim. Kent mucize ve sürprizlerle dolu. Pek çok semt açık hava müzesi gibi.

20120703-195329.jpg

Ama sanki kentin ruhunun kaybolusuna dogru geri sayimdayiz.
İstanbul disi bir kent; aldatan ve cömert…
O kadar disi ki adami katil eder… Aslinda İstanbul değil, insanlarin iliskileri ve toplum katil eder insani. Para ve guc cok onemli bu sehirde… Bu noktada korkunc bir varolma savasi yasaniyor. Bu savasta ne yazik ki sık sık cinayetler işleniyor.

Acliktan sokaklarda yatanlar, kimsesiz cocuklar, tinerciler, yoksul insanlar var. Ama ayni zamanda cok guzel. Boğaz bir cennet, adalar, yalilar, sehrin silueti muhtesem… Boğaz’dan bir bak İstanbul’a, hala Sinan’in siluetini koruyor. Her sey var bu sehirde. Cinayet mahali, psikopatlik, guzellik, tarih, akliniza gelebilecek her türlü dekora kaynaklik edebilir. Ne giyse yakisabilir bu kadina…

Kadina şiddet kadar aşikar İstanbul’a uygulanan şiddet. Ne dernekler, ne bakanlik ne de reklamcilar sahip cikmiyor, imza toplamiyor bu şiddete karşılık. Roma dönemini gectik, Mimar Sinan’ın yaptığı çeşmeler çöplük olarak kullaniliyor. Talan edildi şehir, kimsenin umrunda değil… “Avrupa Kültür Başkenti” deniyor, yalan! Yakinda UNESCO Kültür Mirası’ndan çikaracaklar. Bu durumdan resmi olarak “kültür” sıfatını tasiyanlar utansin artik.

Ahmet Ümit’in deyimiyle “İstanbulluluk Bilinci” olusturmak lazim önce, bu sehirden hava alan herkes katılmalı bu bilince, ucundan köşesinden. Hatta yollarda yürüyüp imzalar toplamali işe yaramayacagini bile bile. Vicdaninin sesini dindirip, İstanbul’un yankisini dinlemeli en azindan… İstanbul’un hala tasinin topraginin altin oldugunu unutmak, bu sehrin tasinin topraginin kültür oldugunu hatirlamak lazim artik.

Üsküdar’a Gider İken…

Üsküdar, Antik dönemde Hrisopolis (Altın Şehir) olarak bilinen, taşı toprağı altın İstanbul’un en bilinen yerleşimlerden biri…  Kaynaklara göre bu Altın diyarı, MÖ409 yılında Alkibiades önderliğindeki Atinalılarca kurulmuş. Hrisopolis (Üsküdar), Bizans’tan Asya’ya uzanan büyük Roma yollarının askeri ve ticari seferlerin başlangıç noktasıymış.

Üsküdar, yüzyıllardır korunmaya muhtaç, yüzyıllardır zenparelik…

Konumu nedeniyle savunmaya çok müsait olmayan bu güzeller güzeli Hrisipolis, Konstantinopolis surlar içinde güvenle yaşarken, işkalciler tarafından yakılmış yıkılmış…İşte tam da bu nedenle Bizans döneminden hiç bir kalıntıya rastlamak mümkün değil.

12.yy’da Leandros Kulesi ( Kız Kulesi ) karşısındaki Skutarion imparatorluk sarayından esinlenilerek semt Skutari diye isimlendirildi. Başka bir kaynağa göre ise semtin adını Bizans askeri üssü Skuterion’dan aldığı söyleniyor. Konstantinopolis düşmeden yüz yıl öncesinde (14. yy) Üsküdar, Türklerin eline geçti. O zamana kadar Bizanslıların Skutari dediği semtin adı, Türkler tarafından Üsküdar olarak değiştirildi.

İstanbul’un fethi denilince şuan yaşadığımız sınırların topyekün fethedildiği gelir akla, fakat öyle değil. Türk orduları Malazgirt Savaşı’ndan iki yıl sonra yani 1073 yılında Boğaz’ın Anadolu yakasına ayak basıp, burayı askeri bir merkez olarak kullandılar. Osmanlı İmparatorluğunun 2. padişahı Orhan Gazi tarafından fethedilmiş.

İstanbul’un fethinden sonra şehre dahil edilen semt Boğaz’ın her iki yakasında süzülen kayıkları ile Üsküdar’a popülerlik katar. Osmanlı döneminde özellikle Valide Sultanlar tarafından şehrin hengamesinden kaçıp huzurlu nefes almak için yapılan saraylarla dönemin meşhur yerlerinden biri olmuş.

İmparatorluğun ilk dönemlerinde muhteşem imparatorluk evlerinden biri olan Kavak Sarayı da işte tam bu huzur anlarından biri. Dönemin sanatkarlarından M. Melling,  3.Selim döneminde yaptığı bu mimariye Bosphore adlı kitabında yer vermiş. Kaynağa göre, saray şimdiki Selimiye Kışlası’nın arkasındaki sırtlarda yer alıyormuş.  Kavak Sarayı’nın harem dairesine gidecekler için bir iskele bile yapılmış. İşte o iskele ve çevresi bugün Harem diye anılıyor… Hasni şu sevdiklerimiz tarafından yolculandığımız ya da sevdiklerimize ulaşmak üzere yola çıktığımız…  Kavak Sarayı’nın harem dairesine ulaşmak isteyen meraklılarına duyrulur malesef sarayın yerinde yeller esiyor…

Huzuru arayanları tüm kıyılarıyla sarıp sarmalayan, dingin, vapurdan selamlayan martılara yüzyıllardır ev sahipliği yapan şehir… Bir bardak çayla seyrine hayran kaldığımız Kız Kulesi hakkında hikayelerle dinlendiğimiz, havası, suyu, taşı toprağı Altın Şehir, Üsküdar…

 

Taksim’in Arka Bahçesi – Cihangir

Taksim meydanından sola döner dönmez hissettirir bana kendini Cihangir… Renkleri, dokusu, insanı, kahvesi huzur veren küçük bir mahalle sanki… Birbirine selam verirken saygıyla hafifçe başlarını eğer insanları, herkes evinin terasında hava alıyormuşçasına rahat. İstanbul’da beni böyle hissettiren çok az yer var sanırım… Moda, Kuzguncuk ve Cihangir…

Son dönem dizi çekimleri, ünlü akını, magazin durağı olmasının da verdiği bir değişim söz konusudur elbette. Kime sorsam tüm bunlardan şikayetçi ama ben onlara katılamıyorum, malesef ben bu semtin eskisini soluyamayanlardanım. Sadece araştırdığım bir kaç kaynaktan bildiklerimle yetiniyorum ve tüm bu değişime kulak asmadan semtin tadını çıkarıyorum. 

Semt, adını Kanuni Sultan Süleyman’ın 1559 yılında  oğlu Cihangir için Mimar Sinan’a yaptırdığı camiiden almış. Şehrin en güzel manzaralarından birine yapılan bu ahşap yapı semtin sık sık karşılaştığı yangınlarla harap olmuş ve II. Abdülhamit tarafından 1889 yılında restore ettirilmiş. Evliya Çelebi’nin İstanbul Tarihi kitabına göre 17. yy’dan itibaren semtim mimari yapıları Cihangir Camii sonrasında yavaş yavaş oluşmuş.

“Cihangir tepesine kadar olan ev ve binalara bak. Tepeye 240 basamakla çıkılır. Kanuni, Cihangir adına bir cami ve etrafına dairevi bir mevkide aynı adla odalar yaptırdı…” (Evliya Çelebi – İstanbul Tarihi)

İstanbul Boğazı, Kız Kulesi, Kadıköy, tarihi yarımada, vapurlar ve martılar… Tüm bu güzellikleri Cihangir Camii’den izlemek mümkün.  Bir efsaneye göre Cihangir, abisi Şehzade Mustafa’nın ölümünden sonra şuan camii’nin olduğu yere gelir ve bir çardak altında boğazı izleyip, derin düşüncelere dalarmış. Kanuni bu yüzden oğlu adına saraydan da rahatlıkla görünen bu alana bir camii yaptırmak istemiş. 

Kanuni’nin yaptığı odalar, büyük yangınlarla harap olmuş ve semtin sayılı camii ve hamamlarının dışında tüm ahşap yapılar zamanla bir bir yok olmuş. 19. yy sonlarında Rum ve İtalyan mimarların yorumuyla semt, şimdi kendine özgü ve Cihangir’i Cihangir yapan yapılarına kavuşmuş . Ne yazık ki İstanbul’un heyerinde rastladığımız ruhsuz ve çarpışık binalarla bu güzelliği de mahvetmekten geri kalmamışız!

Neyseki Cihangir Caddesi , Altın Bilezik Sokak, Güneşli Sokak gibi yerlerde Rum ve İtalyan mimarisiyle sarhoş olmak mümkün. Ama ben en çok Susam Sokağı’nın hastasıyım. İlk kez gitmem bundan sanırım 3 yıl önceydi. Adını duymam ise rahat 23 sene… Hepiniz gibi beni de çocukluğuma götürdü bu sokak.  Bir yerlerden Kerem abi ve Minik Kuş çıkacak diye çok heyecanlandım. Biz, sonradan İstanbullular, hikasini çocukluğumuzda duyduğumuz, kitaplarda okuduğumuz, televizyonlarda izlediğimiz bir yeri gördüğümüzde biraz fazla heyecanlanıyoruz sanırım 🙂  

Evinizin salonu gibi döşenmiş kafeleriyle, bohem ve entellektüel simalarıyla, sararmış bir kitap sayfasına gömülmüşken hatta masanızın altında şımarık ve müdanasız kedileriyle bambaşka bir şehir Cihangir. Sabah saatlerinde keyifli bir kahvaltı, akşam saatlerinde dostlarla sıcak bir fincan kahve…

Mimarisi, havası, yapısı, hikayesi başka… Semt büyüklüğünde bir mahalle… Hala mahalle ruhunu yaşatan, neredeyse  tüm İstanbulla komşu bir semt Cihangir. İlk fırsatta keşfedilmeli , semtin dokusuna gömülmeli…

Fetih – 1453

İstanbul hakkında yazmaya karar verdikten sonra çok güzel bir haber aldım. “Dünya’nın peşinde olduğu şehrin fethi beyaz perdede! ” Açıkçası zamansızlığımın yanında beklemek için en güzel bahanem, filmin vizyonu oldu. Filmi izlemeden önce yıllardır bıkmadan araştırdıklarımı paylaşmak istedim aslında ama sanırım doğrusu önce hep birlikte filmi izlemekti… Sırası geldiğinde içinde kaybolduğum araştırmalarımdan birer doz vereceğim.

Filmin yönetmeni ve yapımcısı Fatih Aksoy, Fetih 1453 ile bence bir tabuyu yıktı . Herkes filmin görüntülerinden, kalitesinden, oyunculuğun donukluğundan dem vuradursun, ben bu filmin tabuları yıkan yanlarından bahsetmek istedim. Biz yıllarca Hollywood yapımlarının üstüne konuşulmaya deymeyecek siyasi tartışmalarının bile tarih filmi diye gözümüze sokulmasından rahatsız olup yine de onlara hatrı sayılır gişeler yaptırdık.

Ve sonunda birileri bizim tarihimizin heybetinin farkına vardı. Dünyanın arzuladığı şehir Kostantiniyye (İstanbul) nasıl bir heybet ve zeka ile fethedildi? Haghia  Sophia Katedrali’nde (Ayasofya) Ortadoks ve Katolik’ler Melekler dişi mi? Erkek mi? diye tartışırken 29 Mayıs 1453’de Konstantiniyye Düştü ve Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti oldu. Yeniçağ ile birlikte “Fatih” ünvanını alan 2. Mehmet’in fetih hikayesi; Fetih 1453 belgesel tadında keyifli bir sinema filmi olmuş.

Tarih filmlerinde özellikle de Osmanlı Tarihine ilişkin yapımlarda biraz eleştirel oluyorum ben. “Orası öyle değil, bunu saptırmışlar, haremden sefere yer kalmamış” diye kendimi söylenirken yakalıyorum ama Fetih 1453 belli ki uzun arştırmalar ve farklı kaynaklar kullanılarak çalışılmış bir yapım. Atilla Engin ve İrfan Saruhan senaryoyu kaleme alırken bir çok tarih uzmanı ile çalışmışlar. Uzun uzun araştırmış, seyri keyif bir film çıkarmışlar ortaya.

 

Biz malesef popüler kültürün rahatına alışmış bir nesildik, devamımızdan gelenler de öyle… Kitap okumayı sevmediğimiz gibi televizyondan da ne kadarı nasıl verildiyse öyle bildik, kabullendik. İmparatorluğun en fazla fethe tanık olduğu Kanuni Sultan Süleyman dönemini bile “haremde cariyelerle seyrü sefa” diye dilendirdik çünkü milyon dolarlarla hazırlanan Muhteşem Yüzyıl reyting uğruna bunu böyle lanse etti. Neyse filme geri dönelim en iyisi…

Film, 2. Murad’ın vefatının hemen ardından 2. kez tahta çıkan 20 yaşındaki Mehmet Han’ın Konstantiniyye’yi fethetme arzusuyla 1451 yılında yaptığı hazırlıklarla başladı. Sultan 2. Mehmet’in azim, zeka, umut ve sabırının yanında Ulubatlı Hasan’ın sadakati ve kudreti çok güzel yansıtıldı. . Filmin sonunu bilmenin verdiği rahatlıktan olsa gerek, her sahneyi tüm ayrıntılarıyla izlettirdi. (Mısır patlağı yemek için sinemaya gelen zorunlu izleyici kitlesini saymazsak tabi)

Fatih’in umudunun yanısıra uzun uzun Ulubatlı Hasan’ı seyrettirdi film. Bir padişah’tan öte hikayeler anlattı, iz bırakan kimseyi unutmadan aktardı heybetli fetih hatıratını.Yalnız şunu farkettim ki biz aşksız tarih anlatamıyoruz 🙂 Ulubatlı’nın Maria aşkı, fazla detaylandırıldı sanki zaman zaman aslında birazcık da yüzeyseldi.  Duygu katılmasın demiyorum tabi ki katılsın ama inandırıcılığını yitirmeden. Örneğin Fatih’in 2. Murat defnedilmeden hemen önce bir oğul serzenişi vardı ki devlet çıkarları için duyguların ikinci plana bırakıldığı bir medeniyetin izlerini fazlasıyla taşıyordu. 

Savaş sahnelerinde karşı tarafın da atağa kalktığı sahneler gördüm bir türk tarih filminde, şaşırtıcıydı, gerçekçiydi… Biz Malkoçoğlu’nun burnu bile kanamadan döndüğü cenklerle büyümüş bir nesil olarak bu kadar gerçekliğe alışkın değildik tabi ama kaybettiğimiz kanı hissettirecek kadar güzeldi yakın plan sahneleri.

Fetih 1453 eleştirenleri her ne konuda olursa olsun biraz çekingen ve düşüncesiz geliyor bana. Türkiye’de bu konuda ve büyüklükte bir prodüksiyon yapmalarına fazlasıyla saygı duyuyorum. Bazı yerleri eksik, bazı yerleri fazla olabilir. Ama öyle ama böyle Türk sinemasına yeni bir bakış açısı, yeni bir cesaret getiriyor bence. Tüm film ekibine, castından yönetmenine, set ekibinden kostümcüsüne kadar herkesin eline sağlık. Mutlaka izleyin, kulağınıza çalınmış olur, şehrin yankısını duyurur.